SÇG Yürütme Kurulu’nun isteği üzerine, Prof. Dr. Nizamettin KAZANCI’nın Sedimantoloji Çalışma Grubu’nun Tarihçesini ele aldığı yazısı aşağıdadır;
Dostlarım, M.Özkul ve F.Ocakoğlu benden Sedimantoloji Çalışma Grubu (SÇG)’nun geçmiş hikayesini özetlememi istediklerinde, memnuniyetle kabul ettim ve hemen yapabileceğimi söyledim. Ama, elime kalemi aldığımda bunun o kadar da kolay olmadığını gördüm ve durdum; çünkü bu işe birlikte başladığımız bazı kişiler aramızdan ayrılmış (Sungu L. Gökçen, Göksenin Eseller, Sami Derman), bir kısmı mesleği bırakmış, çoğu da emekli olmuşlardı. Ben de bu hikayeyi ancak duygusallıktan kurtulup kendimi toplayınca yazmaya başlayabildim. Aşağıda anlatacaklarım yalnızca hatırlayabildiklerimdir. Tarihlerde ve kişi adlarında eksik ve yanlışlarım olabilir. Dostların insafına sığınıyorum.
İleriki bir zamanda ülkemizin yerbilimleri tarihi yazılırsa, SÇG’nin o gelişimde ciddi bir yeri olduğu görülecektir. En azından, ülke biliminde bireysellikten ortaklığa geçişin öncüsü olmuştur. Bu sürecin içinde olmanın mutluluğunu yaşıyorum. SÇG’nin kuruluşunun neden önemli olduğunu anlayabilmek için, önce o günlerin ortamını hatırlamak lazımdır.
1970‐1985 arası bütün dünyada ve ülkemizde başta Sedimantoloji olmak üzere bütün yerbilimlerinde en fazla ilerlemenin kaydedildiği yıllardır. Levha Tektoniği kuramı’nın getirdiği yeni bakış açısı kişi ve kurumlara araştırma heyecanı aşılamıştı. Hemen her ülkede bilimsel çalışma grupları ve proje ortaklıkları kurulmuş, yayınların yanında bilimsel toplantılar da artmıştı. Bu grupların başında Uluslararası Sedimantologlar Birliği (IAS) geliyor, dergisi yanında IAS Newsletter bile çok aranıyor ve okunuyordu. Buradaki ülke raporları başkalarını hem özendiriyor hem de yeni fikirler aşılıyordu. Bizde ise sıkı yönetimler, 12 Eylül 1980 darbesine uzanan terör ve kaos ortamı hüküm sürüyor, bilimsel gelişmelerden nasiplenmek mümkün olmuyordu. Üniversitelere ancak karşılıklı dergi değişimi ile az sayıda süreli yayın geliyor ve güncel yayınlar için MTA kütüphanesi zorunlu ziyaretgahımız durumundaydı (döviz bulundurmak ve yurtdışına para göndermek yasak olduğundan sadece özel izinli bazı devlet kurumları kitap getirebiliyordu). Özerk üniversite sistemi içinde herkes bildiğini okuyordu, sınavlar başarı ile sonuçlanmadan doktora ve doçentlik tezlerinden yayın yapmak söz konusu değildi. Ünvanlar adeta bilgi seviyesini gösteriyor, zirve makam olan profesörlük atamaları Cumhurbaşkanınca yapılıyor, daha sonra radyolarda (televizyon henüz yok) birinci haber olarak yayınlanıyordu. Her profesörlük haberi ülke biliminde adeta yeni bir ilerleme sayılıyordu. Şimdiki bölüm başkanlığının karşılığı olan Kürsü Başkanı olağanüstü durumlar dışında değişmiyor, profesörlerin katılımıyla oluşan fakülte senatoları dekanları seçiyor, kadrolar dahil bütün akademik konularda karar veriyordu. Senato faaliyetleri dışında üç profesörün birlikte görülmesi olay sayılıyor, hiçbir profesör hızlı yürümüyor, öğrencileri dışında meslektaşları ile bilimsel temastan kaçınılıyordu. Her fakültenin kendi dergilerinde Türkçe, Almanca, Fransızca ve İngilizce yayınlar yapılıyor, yurtdışı dergilerde yayın yapmak anlamsız bulunuyordu (bu anlaşılabilir durumdu, çünkü fakülte dergileri anlaşmalı yabancı üniversite dergileri ile değişim içinde iken, bağımsız dergilerin satın alınmaları ve dolayısıyla okunmaları söz konusu değildi). Fakülte dergileri çoğunlukla hakemsiz, kazara çok genç birisi yayın yapmaya kalkarsa ve dergi yöneticisi yazıdaki görüşler hakkında tereddüt ederse incelemeye gönderir ve bu olay olurdu. Kimse kimseye yayın yapıp yapmadığını sormaz, soramazdı. Önemli olan, unvanlar ve onların ağırlıkları idi. Öğrenciler hocalarının adı ile anılır hocasına göre değerlendirilirdi. Kısaca, içe dönük bir üniversite sistemi söz konusu idi.
Buraya kadar yazdıklarım ile eskiye ait karanlık tablo çizme niyetim yok veya eskiyi kötü göstermek istiyor değilim. Durumu özetliyorum. ABD dışında bütün dünyada benzer bir durum söz konusu idi. Yurtdışı ile irtibat kurmak isteyenlerin en önemli aracı, çok ucuza haberleşme sağlayan “posta kartları” idi. Beş kart gönderir bir tane yayın alırsak çok mutlu oluyorduk, çünkü SCI ve yayınlara atıf sistemi henüz doğmamıştı. Yayın yollamak yazarlarına külfet idi. 12 Eylül ihtilali ve bunun üniversitelere getirdiği YÖK sistemi, büyük bir karışıklık yarattı. Unvanların hiyerarşisine ve bunun önemine inanmış kişilerden birden bire yabancı dil sınavlarından geçmeleri, uluslararası yayın yapmaları isteniyordu. Bu, aslında dışa açılmaya zorlanmanın şaşkınlığı idi (şahsi kanaatim, YÖK üniversitelere getirdiği tek iyi şey bu dışa açılımdır ve uzun yılların ağırlığına karşın yine de kolay uyum sağlanmıştır ve hızlı uyum sağlayanların başında yerbilimleri gelir). Göreceli genç olanlar sisteme daha kolay uyum sağlasalar bile, aynı konuda çalışanların birlikteliği mümkün olmuyordu. Her şeyden önce, herhangi bir aşamada jüri üyesi olma durumundakilerle daha genç olanların yakın temasları iyi karşılanmıyordu. Belki de bu, o zamanın biz gençler arasındaki yanlış yorumu idi.
1987’deki doçentlik sınavımızdan kısa bir süre sonra, Baki Varol ile birlikte, jüri üyelerimiz olan T. Norman ve S.L. Gökçen’e “Sedimantoloji Çalışma Grubu” kurma düşüncemizi açıyoruz. Memnuniyetle kabul ediyorlar. İkisi adına hazırlanmış bir mektubu, üniversitelerde ve kamu kurumlarında sedimantolojiye yakın olduğunu düşündüğümüz kişilere gönderiyoruz ve 15 Eylül’de Ankara Üniversitesi Fen Fakültesi Fakülte Kurulu (eski senato) salonunda toplantıya çağırıyoruz (elinde olanların bu mektubun bir kopyasını yayınlamalarını arzu ederim). Davet edilenlerden 18 kişinin bu ilk toplantıya katıldığı aklımda kalmış. Hatırlayabildiklerim arasında davet ve ev sahibi dört kişiye ilaveten Fazlı Oktay, Göksenin Eseller, A. Sami Derman, Erkan Atalık, Abdürrahim Şahbaz, Emel Bayhan, Cengiz Yetiş, Şuayip Üşenmez, Orhan Atan, Mustafa Karabıyıkoğlu, Yavuz Hakyemez var idi.
Bu toplantıda SÇG’nun nasıl gerçekleşeceği, yasal dayanağı olup olmadığı, faaliyet olarak neler yapılabileceği, dernekleşme ihtimali, yönetmelik ihtiyacı vb konular görüşüldü. Herkesin, sonuçtan emin olmamakla beraber; girişimden mutlu olduklarını hatırlıyorum. Prensip olarak Yürütme Kurulu’nun olması, kurucu olarak davet (TN ve SLG) ev sahiplerine (NK ve BV) ilaveten, MTA ve TPAO’dan birer temsilci ile oluşması, yürütme kurulunun kendi arasında görev bölüşümü yapması ve kuruluşu gerçekleştirmeleri benimsendi. İlk toplantı ve sonrasında Başkan T. Norman’ın sakin ve emredici duruşunu, rahmetli S.L. Gökçen’in imalı sözlerini ve B.Varol’un ayak vermeleri üzerine anlattığı fıkraları, Başkan Yardımcısı yerine kendisine II. Başkan denmesindeki ısrarını mutlulukla hatırlıyorum. Ben Genel Sekreter, B.Varol muhasip, Y.Hakyemez ve Sami Derman üye şeklinde adlandırıldık. Bu şekilsel bölünmeye karşın hiç bütçemiz olmadı, bütün demirbaşımız altı kişilik çay takımı idi. Hemen bütün yönetim toplantılarımız Fen Fakültesi’nde oldu. İlk faaliyetimiz 10‐12 Kasım 1987’de 12 kişinin katıldığı ve Amasra’da konakladığımız Çakraz Formasyonu’nun sedimantolojik incelemesi konulu arazi gezisi idi. İlk denememiz ve acemiliklerimize rağmen çok güzel ve yenilerine kapı açan bir başlangıç oldu. O geziden soğuk havada B.Varol’un iki üç kişi ile birlikte denize girmelerini, G. Eseller ve ötekilerin horlama ve sayıklamaları üzerine esprileri, S. Derman’ın Çakraz Formasyonu’nu anlatışındaki heyecanını hatırlıyorum. İkinci çalıştay ve bunun arazi gezisi Ankara civarındaki Ammonito Rosso fasiyesi Sert Zeminler üzerine oldu. Bu geziye Sedimantoloji ile uğraşan tecrübeli tecrübesiz herkesin katıldığını ve ciddi tartışmaların olduğunu hatırlıyorum, artık Sedimantoloji Çalışma Grubu’nun kökleşeceğine dair inanç ve güvene sahip olmuştuk.
Sonraki toplantılardan birisinde, S.L. Gökçen’ın ısrarı ile, belki de SÇG’nun gördüğü büyük ilgi dolayısıyla, gruba girebilmek (üye olabilmek için) için sedimantoloji konusunda tez yapmış veya ciddi dergilerde yayın yapmış olma şartı konuldu ve bunu etrafa duyurduk. Şimdi buradan bakıyorum da, bu gerçekten gereksiz, hatta, saçma bir karar idi, ama o zaman hala hocaların dediği oluyordu.
Gezilere gelen ve tartışmalara aktif olarak katılan bazı arkadaşlarımız buna alındılar, kendilerini dışarıda bırakmak için bu kararın alındığını düşündüler ve bir daha hiçbir faaliyete katılmadılar. Sonraki yıllarda belli bir soruna yönelik, tartışmalı arazi gezilerimiz her yıl en az bir kez olmak üzere gerçekleştirildi; bazı yıllar iki veya daha fazla oldu. Gezilere en az bir otobüs dolusu gidiliyordu. Hacettepe Üniversitesi otobüs temin etmede çok yardımcı oldu. Şimdi buradan bakıldığında, anıların tadı olmasının ötesinde bu geziler gerçekten öğretici ve eğitici idi. Bilimsel seviye olarak yurtdışındaki benzerlerinden hiç aşağı değildi. Hatırladığım bazı gezi ve liderleri şunlar: Adana Havzası (C.Yetiş‐C.Demirkol, TPAO grubu), Mut Havzası (C.Yetiş‐ Ü. Şafak‐M.Özdoğan), Haymana Havzası (S.L.Gökçen‐S.Derman‐Attila Çiner), Çankırı Havzası Malı Boğazı (N.Kazancı‐B.Varol), Ankara Civarı Bağlum (B.Varol), Tuzgölü Havzası (A.Şahbaz, S.Derman), Konya kapalı havzası (M.Karabıyıkoğlu), Akarçay Havzası (N.Kazancı, Gerçek Saraç), Soma Havzası (Uğur İnci), Isparta Gölcük piroklastikleri (F.Yağmurlu, Ali Bilgin), Kapadokya volkaniklastikleri (A.İ.Gevrek), Konya Karapınar (A.İ.Gevrek, Aksaray müh.Fak Jeoloji mensupları), Denizli yöresi (M.Özkul), Burdur yöresi (N.Kazancı, H.Orhan).
Bu geziler asla paralı olmadı. Konaklama Kamu misafirhanelerinde yapılıyor, otobüs kiralanmış ise ücreti paylaşılıyordu. Harcama seviyesi Lisansüstü öğrencilerin katılabilmesi esasına göre idi. Gezilerin planlaması ve duyurularını biz yürütme kurulu yapıyorduk, ama gidilen yerdeki bütün organizasyonu ve bilimsel takdimi oradaki bir veya iki arkadaş üstleniyor, genellikle kurumlarının yardımıyla çok başarılı oluyorlardı. Karşılığı sadece katılanların minnettarlıkları ve bilimsel bir iş yapmanın gönül rahatlığı idi. Şahsen dostlarımın çoğunu o gezilerde ve gezi düzenlemeleri ile edindim, kendilerine hala da minnettarım.
Gezilerin bana göre en büyük yararı, hep sıkıntısını çektiğimiz tecrübeli‐yeni, hoca‐öğrenci, sağcısolcu, bay‐bayan kaynaşmasını sağlaması oldu. Gençlerle tecrübeliler yaklaştılar, tartışmaların arazide konunun başında yapılması kimin neyi ne kadar bildiğini ortaya koyuyordu. Bu gezilerden iki anı hep aklıma gelir; birincisi Mut havzasındaki sorgulamalarla Melih Özdoğan’ın doktora sınavını adeta arazide yapmamız, diğeri Soma’daki gece sunumları idi. Sunumdan ziyade Uğur İnci adeta soru yağmuruna tutulmuştu.
Gezilerin dışında, ekserisi kış aylarında olan çalıştaylar düzenlendi. Sekans stratigrafisi, Yoğunlaşmış istifler (condensed sections), Kartal Formasyonu hatırladıklarım. Her arazi gezisi konulu olduğu için zaten çalıştay durumunda idi. Bu faaliyetleri IAS’e rapor ettik ve çoğu Haber Bülteni’nde yayınlandı. Şahsen üzüldüğüm bir husus IAS’in misafir konuşmacı programından sadece iki kez yararlanabilmiş olmamızdır. Yemek ve konaklama masrafları karşılığında IAS tanınmış araştırıcıları “distinguished lecturer” adı ile çeşitli ülkelere konferanslara gönderiyordu. Merkezden teklif edilmesine karşın IAS regional meeting’lerinden birini de gerçekleştiremedik.
Şimdilerde herşeyi güzel hatırlıyoruz; ama elektrikli daktilonun daha yeni olduğu, fotokopinin henüz yaygınlaşmaya başladığı zamanda TORTUL isimli dört sayfalık haber bülteni çıkarıp üyelere ulaştırıyorduk. SÇG üyelerinin bu haber bülteninde çok az yazıları çıktı, hatta tez ve makale adlarını TORTUL’da yayınlamak için talep ettiğimizde, bir veya iki bildirim dışında geri dönüşler olmamasını eski yılların kötü tesiri olarak hatırlıyorum. T. Norman, vefat edinceye kadar S.Gökçen, N.Kazancı, B.Varol bütün dönemlerde yürütücü olarak kaldılar. E.Bayhan, A.Şahbaz, E.Atalık, Y. Hakyemez, M.Karabıyıkoğlu, G.Eseller, S. Derman ise değişen zamanlarda görevlerde bulundular. 2000 yılı SÇG’nin en popüler olduğu zaman idi, Tuzgölü Havzası çalıştayı ve arazi gezisini yaptık. Bu sırada genel kurul toplantısını da gerçekleştirdik ve ben Yürütme Kurulu’ndan affımı istedim. Bazı dostlar şaşırdılar, sebebini sordular, jeolojik Miras konusuna ağırlık vereceğimi söyledim. SÇG’den ayrıldığıma, zannımca en çok Özden İleri ve Levent Karadenizli sevindiler, çünkü bir kısım işleri biz yapıyor gözüksek de gerçekte asıl kahramanlar onlar ve bölümün diğer araştırma görevlileri idiler.
Bilenler bilir, arazi gezilerinin en zor kısmı zamanlamadır; tartışmadan, çay kahve sohbetinden, son bir sigaradan kimse vaz geçmek istemez. Bu yüzden hep geç kalınır. Gezilerde bu zamana uyma telaşım ve kişilere “haydi” ısrarım dolayısıyla adım “albay”a çıkmış, sonradan öğrendim. Sağ olsun dostlar, iltifat etmişler, “onbaşı” da koyabilirlerdi ve belki daha uygun düşerdi.
Sedimantoloji Çalışma Grubu, yerbilimlerindeki, muhtemelen bütün doğa bilimleri içindeki ilk yerli çalışma grubu idi. Benzeri çalışma gruplarının doğuşuna da öncülük etmiştir. Eski tecrübelerin ışığında, bundan sonra daha başarılı şekilde yürüyeceğine inanıyorum.
N. Kazancı